Veli DALBUDAK

Selam Olsun

GÜNEŞ

Kıpkırmızı bir top, bir demet ışık yüküyle ağır ağır yol alıyordu. Sanki bir şey üstüne basıyormuş gibi zorlanarak yükseliyordu. İyi de oluyordu, geçt

GÜNEŞ

Kıpkırmızı bir top, bir demet ışık yüküyle ağır ağır yol alıyordu. Sanki bir şey üstüne basıyormuş gibi zorlanarak yükseliyordu. İyi de oluyordu, geçtiği yerler sindire sindire, yavaş yavaş paylaşıyordu onu. Hayat mı veriyordu? Hem de nasıl, hem de nasıl… Can veriyordu tomurcuğa, kan veriyordu gülün cennet kokulu yaprağına. Dağa tepeye, havaya suya, çimene çiçeğe, börtü böceğe, dala yaprağa, kurda kuşa, sana bana hepimize sıcak bir güleryüzle günaydın diyor, herkesi, her şeyi, doğayı uykulardan uyandırıyor.

Aşkla etrafında pervane olan her şeye o da aşkla sevgiyle bakıyor. Bıkmadan usanmadan dönüp dönüp, gelip gelip aşıklarına hizmet ediyor. Cevapsız bırakmıyor pervanesi Dünya’yı. Hatta kendisi yokken bir kandil yakıyor geceleri Ay’dınlansın diye sevgilileri. Hiç ihanet etmediler birbirlerine. Devlerin ateşli aşkıydı bu. Yandılar kavruldular ama hep yeniden tutkuyla bağlandılar. Ne Güneş terk etti Dünya’yı, ne de Dünya vazgeçti sevgilisinin etrafında pervane olmaktan.

Kıpkırmızıdan kırmızıya doğru ağır ağır yol alıyordu ışık topu. Biraz sonra yaramaz sarışın bir çocuk gibi, saçlarından ışık saçarak tepenin ardından muzip bir gülümsemeyle, her biri bereketli başakların ağırlığından yan yatmış, sarının her tonuna haiz buğday tarlalarının arkasındaki, tavan aralarına yerleşmiş unutulmaya yüz tutmuş savaş ve göç acılarının ne olursa olsun terk etmek istemediği; küçük tepenin üzerinde mantar gibi yükselen beyaz badanalı güzel evlerden oluşan şirin köye günaydın diyecekti. Köy gün doğmadan uyanmıştı. Yan yana dizilmiş evlerin eyvanlarına çıkanlar, yan komşularından gelen tıkırtı seslerinden – kim eyvanda ne iş yapıyor, damda hayvanların altını mı kürüyor, yoksa saman mı veriyor – köy sabahlarında rutin olarak yapılması gereken işleri yapmakta olduklarını anlıyorlardı. Evin en yaşlısı tavukları yemliyor, sonra da bahçeden domates, biber, patlıcan toplamaya hazırlanıyordu. En küçükler hala yataklarında uykularına devam ediyorlardı. Delikanlılar tarlaya götürülecek her türlü alet, edevatın hazırlanmasıyla ilgileniyorlardı. Genç kızlar hem kahvaltıyı hazırlıyor, hem de tarlaya götürülecek yiyecekleri çıkın haline getiriyorlardı. Orta yaşlılar çoktan yemi karmış, samanı sığırların önüne koymuş, ineklerin sağılması işiyle uğraşıyorlardı. İçeriden – gördüğü rüyaları dahi anlamlandıramayan ama korkan – bebelerden birinin ağlama sesi duyuldu. Sesi en çok anneler duydu. Ama kimsenin gidip bakacak, çocuk pişpişleyecek hali yoktu. Yalnızca yaşlı bir kadın sesi duyuldu.

– Miireemm, kızanın ağlıyerı elini çabuk tut.
Genç kadınlardan biri sağmakta olduğu ineğin memelerini daha sert ve sık hareketlerle sıktı. Kısa bir süre daha işine devam etti. Aslında biraz daha sağardı ama boşver dedi ve buzağının kafasını tuttuğu gibi somağını memelere yapıştırdı. Aç buzağı mutlu mutlu annesini emmeye başladı. Aynı manzara evin içinde biraz evvel ağlayan bebek ile annesi arasında da yaşanıyordu. Bebek ağlamayı kesmiş, evin içine huzur ve sükunet geri dönmüştü.

Kıpkırmızıdan kırmızıya doğru ağır ağır yol alan ışık topu, tepenin ardından olanca iriliğiyle yükselmiş, sararmakta olan kenarları, bir ayçiçeği gibi parlıyordu. Gün doğmadan evdeki işlerini yoluna koyan köylülerin gözlerinden yeni günün getirdiği ve getireceği meşakkat okunuyordu. Yiyecek ve alet, edevatı yükledikleri merkebin taşlı yolda ayaklarındaki nalın çıkardığı sesten gayrı, tabiatın en doğal sabah musikisi kulaklara çalınıyordu. Virajı döndüklerinde, muzip bir edayla gülümseyen güneşten bir demet ışık yüzlerine vurdu. Daha erken saatlerde, tavan arasında görülen unutulmaya yüz tutmuş, ne olursa olsun terk edip gitmeyen savaş ve göç acıları, bu bir demet ışığın aydınlattığı yüzlerindeki derin çizgilerde de öylece duruyordu.

Veli DALBUDAK

selyus