Veli DALBUDAK

Selam Olsun

ESKİ VE TOZLU BİR ŞEHİR

Ben böyle yerleri severim. Yazı dünyamı tetikler benim. Yazı dünyamı zenginleştirir. Eski ve tozlu bir şehir. Binlerce yıl geçmiş üstünden. Tarihin to

ESKİ VE TOZLU BİR ŞEHİR

Ben böyle yerleri severim. Yazı dünyamı tetikler benim. Yazı dünyamı zenginleştirir. Eski ve tozlu bir şehir. Binlerce yıl geçmiş üstünden. Tarihin tozlu sayfalarını üfleyerek dolaşıyorum sokaklarında. Çocuklar koşuşuyor cami avlularında. Oyun oynuyorlar hatta kırmızı halıların üzerinde. Tıpkı benim çocukluğumdaki gibi. Fakir ülke çocuklarının eğlence biçimi bu. Biz, zenginleştikçe kilit vurduk cami kapılarına. Çocuklar giremiyor artık, bazen büyüklerde. İmam vaktinde yetişemezse duvar oluyor kapılar. Oysa her an hayat olmalı Allah’ın evinde. Her daim canlılık, her daim dinginlik, her daim tarif edilmez bir mutluluk. Ve taze bir huzur olmalı, her daim dağıtılmalı.

Ben böyle yerleri severim. Çölün ortasında vaha bulmuş gibi olurum. Atarım kendimi hurma ağaçlarının altına. Binlerce yıllık kuyulardan su çekerim. Çölün sararttığı taş duvarlara yaslanırım. Yüzündeki kırışık izlerin her biri, çölün gizli dünyasına giden patikalarmış gibi duran yaşlı bir bedevi selamlıyor beni. Bir hikaye dökülüyor dudaklarından. Kaderci bir bezginliğin ifadesi tokat gibi yapışmış yüzüne. Çöl kadar durgun, çöl kadar sakin ve çöl kadar derin. Zaman zaman, aniden parlayan nereden çıktığı belli olmayan kum fırtınası gibi, iki kolunu havada kavuşturup kendi ekseni etrafında dönmeye başlıyor. Bazen kollarını yana açıp, yuvalarının içine kaçmış gibi duran parlak gözlerini kısarak bir kartal gibi etrafı süzüyor. Ara sıra da kükrüyor aç bir yırtıcı hayvan gibi. Ama en nihayetinde zamana, zemine ve doğaya teslim oluyor, tane tane dağılıyor kum gibi.

Vahada başka su çekenlerde var kuyudan. Rengarenk kumaşların taze vücutlarını sımsıkı sardığı kabilenin güzel kızları, vahşi gözlerle bakıyorlar etrafa. Su kaplarını doldurmadan önce sıra beklerken, hem çene çalıyorlar, hem de meraklı ama yabani bakışlarla yabancıları süzüyorlar. Buraya kadar gelen herkesin meraka değer bir hikayesi olduğunun farkındalar. Tabii ki gözleri genç gezginlerin üzerinde. Aralarında fısıldaşarak bilgi topluyorlar. En çok merak edilen nereden gelip nereye gittikleri. Aslında vaha halkı yabancısı değildi bu yabancıların. Vahanın ağır ağır akan sıkıcı gündüz ve gecelerinin tek eğlencesiydi maceraperest gezginler. Her gezgin hünerlerini sergilerdi gün battıktan sonra kurulan kabile sofralarında. Kimi sihirbazlık yapar, kimi şarkı söyler, kimi şiir okur, kimi çalgı çalar, kimi akrobatik hareketler yapar. Ama bir hüner var ki Bedevi reisler en çok onu sever. Onlar geçmişi iyi bilen ama gelecekten de haberdar olan kahinlerdir. Belki de en yalancılarıydı onlar vahaların. Ama yalanı doğru söylemenin ustasıydılar. Salladıkları tutsa da tutmasa da kabile reislerinin şahsi dostluğunu kazanırlar ve hep başköşede ağırlanırlardı.

Vahadaki çadırları çekip çeviren çalışkan ve çilekeş kadınlar, en çok incik boncuk ve çul çaput satıcılarını severlerdi. Ağzı iyi laf yapan bu tacirler de az yalancı değildi. Tatlı dilleriyle bir taraftan şehirlerdeki yaşamı anlatırken, bir taraftan da modası geçmiş tapon malları son moda diye satmaya çalışırlardı. Kadınların kanına giren iki önemli özellikleri daha vardı. Birincisi, neredeyse akraba olacak kadar iyi tanıdıkları bu kadınlara, yeni yepyeni yemek tariflerini adeta o anda yapıyormuş gibi, dinleyenlerin ağızlarını sulandırarak anlatmaları. İkincisi ise hem şehirden, hem diğer vahalardan, hem de bu vahadan en son dedikoduları ballandıra ballandıra anlatmaları. Yorgun ve çileli kadınlar onların her sözüne inanır, güler söyler eğlenir, ihtiyacı olanı da olmayanı da alır, parayı bu laf cambazlarına kaptırırdı.

Ben böyle yerleri severim. Eski ve tozlu şehirlere giderim. Şehrin içinde bir çöl bulurum, çölün ortasında vaha. Vaha da hayat bulur, yeni hayatlara ortak olur, uzaklara yakın dururum. Geçmişten gelen rüzgarla kum fırtınası olur, bugünü yarınlara uçururum.

Veli DALBUDAK

selyus