Veli DALBUDAK

Selam Olsun

ÖLÜME YOLCULUK

Karşılıklı iki aracın birbirini yalayarak geçebildiği darlıktaki asfalt yoldan ağır ağır ilerleyen eski püskü minibüs, ağzına kadar silme insan doluyd

ÖLÜME YOLCULUK

Karşılıklı iki aracın birbirini yalayarak geçebildiği darlıktaki asfalt yoldan ağır ağır ilerleyen eski püskü minibüs, ağzına kadar silme insan doluydu. Kadın, erkek, çocuk, bebek, Pakistan’lı, Bangladeş’li, Suriye’li,Irak’lı birbirinin dilini bilmeyen çeşitli uyruklardan insanlar uyduruk bir umudun peşindeydiler. Tam 24 kişiydiler. 3 aylık bebek sıcaktan bunaldığı için ortalığı yırtarcasına ağlıyor, minik kollarıyla da annesine sarılmaya çalışıyordu. 5 çocuk ise şartların tüm zorluğuna rağmen yeni yerler görüyor olmanın verdiği çocuksu bir sevinç içindeydiler. Anneler endişeli, babalar çaresiz, bekarlar ise hayatı maceraya çevirmenin peşindeydiler. İstanbul’dan bu yana zorlu bir yolculuk yapmışlardı. Zira normal şartlarda 8 saatte katedilecek bu yol yakalanma endişesi ile zaman zaman durup bekleyerek, zaman zaman köy yollarına girerek neredeyse 24 saat sürüyordu. Önden giden bir keşif aracı yol hakkında sürekli bilgi veriyordu arkadan gelene. Öyle ya basit bir trafik kontrolünde yok yere yakayı ele vermek vardı. Ondan sonra uğraş dur aynasızlarla, ardından da mahkemelerle. Gerçi çetenin başındaki reis bazı noktaları önceden temizletiyordu; artık nasıl yapıyorsa günahı boynuna…

Peyniriyle meşhur bir kasabanın içinden geçiyorlardı. Kendi halinde küçük dünyalarında yaşayan sessiz sedasız ve de zararsız Güney Marmara ahalisi işinde gücündeydi. Bu mevsimde yol kenarlarındaki sararmış otlar, insana sıcağı daha bir sıcak, belirsizlikle karışık umutsuzluğu da daha bir derin hissettirir. İnsanları gibi doğa da daha bir sessizdir buralarda; mesela güneye indikçe artan sıcakla birlikte Ağustos Böceğinin sazı durup dinlenmek bilmez, hep bir cırıltı, hep bir cırıltı…

Kırık dökük minibüsün içinden aynı anda birkaç kişi, bu yalnız ve güzel kasabanın küçük ama şirin evlerine bakarken, yeri yurdu ve derli toplu ailesi olan bu fakir ama kanaatkar köylülerine imrendiler. Üstelik, alçak bahçe duvarlarının hemen üzerinden görüldüğü kadarıyla evlerinin önünde, yeni yeni sararmaya yüz tutmuş salkım salkım üzümleri güneşte parlayan, yeşil geniş yaprakları da şu balık istifi minibüsün içine bile hafiften bir serinlik hissi veren, oldukça eskimiş dört ahşap direk üzerinde yükselen asmaları bile vardı.
Taş duvar evlerinin geniş pencere sahanlıklarından sokağa fışkıran fesleğen ve sardunyalar yersiz yurtsuz kaçak göçmenlerin içini acıtıyordu. Hele ki tozlu yolun kenarında kızlı erkekli seksek, dokuz kiremit oynayan ya da ip atlayan çocukların neşesi annelerin göğsüne saplanıyor, yanında oturan bahtsız yavrularının geleceği için kalbinde yeşeren umutları avucunun içinde toparlayıp çocuklarının başını okşuyordu. Okşarken bir yandan da ayrı dinlere inanıyor olsalar bile, aynı Allah’a içlerinden sessizce dua ediyorlardı:
-İç savaş, dış savaş, toplu ya da bireysel katliam, bombalı suikast, siyasi baskı, ırk ayrımcılığı, din ve mezhep kavgalarının olmadığı, insanın insan gibi yaşama hakkının olduğu diyarlarda yaşasın çocuklarım Allahım. Ola ki kuru ekmek yeseler de huzur ve sükun eksik olmasın yuvalarından. Belki pencere sahanlıklarından fesleğen ve sardunyalar fışkırmasa da, evlerinin içinde toprak dolu bir saksıdan çiçekler yeşersin. Ana kokusuna yüzünü süren şu sabi sübyanın günahsız bedenine büyüyüp serpilme ve huzurlu topraklarda yaşama imkanı ver yarabbi!

Her an yolda kalacakmış hissi veren, sağından solundan hayra alamet olmayan sesler gelen minibüs, yolcularının içinden geçenlere aldırmadan epey yaklaştığı menziline homurdana homurdana ilerliyordu. Hava kararmıştı. Truva’nın üstünde kabak gibi dolunay dağın ardından yükseliyordu. Çocuklar ve bazı yetişkinler yorgunluktan uyuyakalmışlardı. Uyanık olanlar ay aydınlığında, olduğundan daha gizemli görünen ağaçlıklı yolu seyrediyorlardı. Minibüsün içindeki ağır havadan şoförün bile uykusu gelmişti. Sokakağzı Köyü’ne pek bir şey kalmamıştı. Zaten köyün yukarısındaki boş koyun sayasına bırakacaktı yolcuları. Görevi orada bitiyordu. Güzel bir yemek ve uyku için sabırsızlanıyordu şoför, pis işlere bulaşmış olmanın verdiği kekremsi ağız tadıyla.

Tepenin en altındaki virajı döner dönmez, etrafı yöreye özgü taşların çimento kullanılmadan büyük bir ustalıkla üstüste ve yanyana dizilmesiyle yapılan duvarla çevrili sayada okey oynamakta olan silahlı adamlar, aracın uzun hüzmeli farlarını farkettiler. Ve oyun bitti. Farlar döne döne yaklaşıyordu. Nihayet tepenin ucuna ulaşan minibüsten indirilen yolcular koyun gibi sayaya yerleştirildiler. Çocuklar uyandı, bebek ağlamaya başladı, yetişkinler ise etrafı kolluyordu. Beklenmedik bir şekilde mükellef bir yemek masası hazırdı. Hıristiyan olanlar farkında olmadıkları ya da bilinçaltında hissettikleri “İsa’nın son akşam yemeği ” efekti oluşturuyorlardı. Yemekler yendi, ışıklar söndü, bebek sustu, çocuklar yeniden uyudu, yetişkinler ise sessizce birer köşeye çekildiler. Sayadaki silahlı ve silahsız adamlar ise telaşlı telaşlı bir yerlere koşuşturuyorlar, birbiri ardına çalan cep telefonlarıyla konuşmaktan kendilerini alamıyorlardı. Bu tablo gece yarısına kadar böyle devam edecek, uygun an kollanacak ve sevkiyat başlayacaktı. Birilerine göre bu insan güruhu canlı kargo paketinden ibaretti. Üstelik teslimat cansız yapılabilir hatta gönderildiği adrese iade olabilirdi…

Ertesi gün gazetelerin üçüncü sayfasında “ikibin dolara ölüme yolculuk” haberleri çok fazla dikkat çekmeden sıradan bir şekilde veriliyordu. Maalesef bu topraklarda belli periyotlarda gerçekleşen bu “ölüm oyunu” kanıksanmış olmanın doğallığı ile sahneleniyordu. Yine kaçak göçmen teknesi batmış, yine sahil güvenlik tesadüfen hayatta kalanları ve denizde boğulanların cesetlerini toplamış, yine bebekler ve çocuklar farkında bile olmadıkları umut yolculuğunda masum kefenleri giymişler ve yine yetişkinler hep tekrar tekrar kapalı gişe oynanan bu “ölüm oyununda” sahneye canlı girip ölü çıkan figüranlar olmuşlardı.

Veli DALBUDAK

selyus