Veli DALBUDAK

Selam Olsun

SENDİKA SENDİKA DEDİKLERİ…

İlkokula  yeni başlamış bir çocuktum. 

70’li yıllardı. Sağ-sol çatışması şehrin her yerine yayılmıştı. 

Kurtarılmış bölgeler vardı…

Bazı mahallelere sağcılar giremez, bazı caddelerden solcular geçemezdi. 

Ben çocuktum. Her yere girer, her yerden geçerdim. 

Babam ülkücüydü. Ben de kendimi ülkücü hissederdim. 

Fuar, solcuların kurtarılmış bölgesiydi. Ama benim de en sevdiğim yerdi. 

Sık, sık giderdim. Giderken kafamda deli sorular olurdu. 

Ya benim ülkücü olduğumu anlarlarsa!

Ya bana da temiz bir dayak atarlarsa!

Ya bana işkence ederlerse!

Bazen, anarşistler aniden karşıma çıkarlar, hafif tedirgin olurdum. 

Hepsi okumuş ve okumakta olan benden 10-15 yaş büyük insanlardı. 

İçimdeki tüm tedirginliği boşa çıkaracak bir rahatlıkta davranırlar, hatta benimle şakalaşırlardı. 

Bazen, kendiliğinden karşıma çıkmadıklarında arardım onları kurtarılmış bölgenin sokaklarında. 

Bulamazsam üzülürdüm. Öldüler mi, polise mi yakalandılar, tutuklandılar mı diye merak ederdim. 

Bazen, bir kaç gün sonra, asfaltın üzerine beyaz boyayla yazı yazarken bulurdum onları. 

Hayranlıkla izlerdim. Acele ederlerdi ama telaş etmezlerdi hiç. Yüzlerinde korkudan eser olmazdı. 

Büyük bir fırçayı boya kutusuna daldıran yeşil parkalı bir genç, sanki elinde cetvel varmış gibi düzgün bir şekilde büyük harflerle “KAHROLSUN FAŞİZM” “TEK YOL DEVRİM” “TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE” yazardı. Altına da “DEV-YOL” ya da “DEV-SOL” diye imzalarını atarlardı. 

O vakitler okula yürüyerek giderdik. 

Şimdiki gibi okul servisleri yoktu. 

Sadece okula değil aslında heryere yürüyerek giderdik. 

Bu yürüyüşler hayatın içinde yürümek gibiydi. 

İzole değildik. Hayata ve şehre dokunurduk. 

Biz de açıktık, hayat ve şehir de bize dokunabilirdi. 

Kendimizi kollamak zorundaydık…

Bir de fabrikaya yürürdüm ben. Babamın çalıştığı Uzun Cemil’in un fabrikasına…

Annemin hazırladığı sefertasını götürürdüm babama. 

Küçücük bir çocuk olarak dev gibi fabrikaya girer, harıl harıl büyük bir gürültüyle çalışan makinelerin arasında babamı arardım. 

Pek kolay bulamazdım onu. 

Çünkü işçilerin tamamı aynı renge bürünmüş olurdu orada. 

Saçları, yüzü ve elbiseleri bembeyaz olurdu. 

Seslenirdim babamı bulabilmek için…

Fakat makinelerin homurtusu sesimi yutardı. 

Çoğu zaman babam beni farkederdi. 

Sefertasını teslim eder, orada öylece beklerdim. 

İlginç gelirdi fabrika ortamı bana. 

Fakat Babam “haydi oğlum sen eve git” derdi. O tozu daha fazla yutmamı istemezdi muhtemelen. 

Ben de fabrikaya giderkenki neşemi kaybetmiş olarak üzgün adımlarla dönerdim eve.   

Bir pazar günü Babam “Bugün sendikaya gideceğim” dedi. 

Sendikanın ne olduğunu bilmiyordum ama “Ben de gelmek istiyorum” dedim. Eğlenceli bir yer olabilirdi  belki benim için…

Güzel elbiseler giydim. Saçlarımı taradım ve Babam’ın elini tuttum. 

Sendika, sendika dedikleri yer, çarşıda bir işhanının 2. Katında bir odaydı. 

Kalabalık bir yerdi. Giren çıkan hiç bitmiyordu. 

İçeride, sürekli bir tartışma, gerginlik, isyan ve direniş havası vardı. 

Bir de ilk anda pek farkedilmeyen ama yavaş yavaş kendini hissettiren dayanışma ruhu vardı. 

Çok meşgul görünmelerine rağmen benimle çok ilgilendiler. 

Sohbet ettiler, kendilerine çay söylerken bana da oralet söylediler. 

Konuşmaları çok uzun sürüyordu. Dertleri büyüktü belli ki…

Fakat ben acıkmıştım…

Salçalı tostla, ayran söylediler bana. 

Keyfim yerindeydi, çok sevmiştim bu sendikayı ben…

Sonra bir kaç defa daha gittiğimizi hatırlıyorum sendikaya. 

Yine oralet, yine salçalı tost ve yanında ayran, yine uzun uzun konuşmalar…

Fakat hiç sıkılmıyordum, eğlenceli geliyordu bana tüm bunlar. 

Sonra bir gece vardiyasından dönüşte Babam işten atıldığını söyledi bize. 

Annem yıkıldı. “Hep o sendika yüzünden” dedi. 

“Kaç kere söyledim sana gitme oraya, karışma o işlere diye” söylenip durdu. 

Ben çocuktum, hayatı bilmiyordum ama ben de 2 şeyden dolayı üzüldüm. 

Bir, annem üzüldü diye, iki sendikada salçalı tost ve ayran saltanatım bitti diye. 

Ama sendikaya da 2 sebepten dolayı küstüm. Bir, babamın işten atılmasına sebep oldular, iki onun haklarını koruyamadılar. 

Bu olaydan 40 yıl sonra bir sendika toplantısına davet edildiğimde içimdeki çocuk yine tedirgin oldu. 

Zira sendikaya küskünlüğüm genlerime işlemişti.  

Fakat heyhat, ne Türkiye 70’lerin Türkiyesi, ne de sendika 70’lerin sendikasıydı. 

Bem-Bir-Sen İstanbul 7 no’lu Şube Başkanlığı’nın düzenlediği 10 Ocak Gazeteciler Günü etkinliği benim için özel bir kişisel hesaplaşmaya sahne oldu. 

Sendika Başkanı Niyazi Karakoç’un anlattığı sendikal ve sosyal faaliyetler hakikaten etkileyiciydi. 

Sendikada artık tartışma, gerginlik, isyan ve direniş havası yoktu. 

Uzlaşma, sükunet, saygı, sevgi ve geleceğe özgüvenle ilerleme havası vardı. 

Çalışanların 700 TL. gibi bir sosyal denge fonu avantajına sahip olmaları güzel bir çalışma. 

Ayrıca Afrika için yaptıkları sosyal yardımların değeri ve önemi çok büyük. 

Günün sonunda içtiğimiz bir çay ve ikram ettikleri salçalı tost ve ayran, benim sendikal yarası olan çocuk ruhumu, 40 yıl sonra tekrar sendikayla barıştırdı. 

İlginizi çekebilir

FİJİTAL PAZARLAMA

FİJİTAL PAZARLAMA

selyus