Volkan ÖZTÜRK

Dünden Bugüne

Hep şikayet, hep şikayet!

Yenikapı metrosundayım, etrafımdaki insanları dinlemek istemiyorum ama o kadar yüksek sesle konuşuyorlar ki duymamak, dinlememek imkansız gibi. Herkes bir şeylerden şikayetçi. İşinden, eşinden, çocuğundan, tuttuğu takımda, ülkeden, siyasilerden, okuldan, işverenden, İstanbul’dan… Kimse mutlu değil sanki. Lambadan çıkan bir cin görseler ÜÇ DİLEK hakkının az olmasından bile şikayet edecekler.

Okuduğum kitabın hikayesi ile bu insanların hikayesi kafamda birbirine girmişti ki, aniden bütün ışıklar söndü, zifiri bir karanlığa gömüldük. Göz gözü görmüyor. Ellerinde cep telefonu olanlar telefonun ışığı ile ortamı aydınlatmaya çalışırken bütün ışıklar tekrar açılıyor. Ama inanılır gibi değil, herkes far görmüş tavşan gibi, trafikte karşıdan karşıya geçerken aniden üzerinize bir araç gelirde yolun ortasında donup kalırsınız ya aynen işte öyle herkes donup kalıyor.

Bir zaman tünelinden geçmiş ve bulunduğumuz metro vagonu savaş sırasında esir veya yaralı asker taşıyan bir yük vagonuna dönüşmüştü. Biz de yaralı esir askerler olmuştuk. Nazilere esir düşmüş, meçhule giden bir trenin köhne bir vagonunda, kenara atılmış birer pislik gibiyiz. Herkes yaralı, perişan, mutsuz ve umutsuz. Hemen kendi vücuduma göz atıyorum. Sol bacağımın baldırında derin bir yara, şarapnel yarası gibi bir yara. Ayağa kalkamıyorum, üzerine basamıyorum. Yara o kadar acemice sarılmış ki sanki hiç sarılmamış gibi duruyor. Acemi bir sıhhiye erinin işi gibi. Çok derin bir yara, parmaklarım içine girecek kadar açık ve hafif de kan sızıyor. Bu kan kaybı çok ömrüm kalmadığının işaretçisi.

Etrafımdaki insanlara bakıyorum,onlarda en az benim kadar şaşkın. Nasıl oldu da buraya geldik ? Ne zaman bu hale geldik ?

Her şey bir iki saniye içinde olup bitti.

Herkes yarasına bakıyor ilk defa görmüş gibi evet aslında ilk defa görüyor herkes kendi yarasını.

Hemen arkamdan gelen inleme sesine doğru dönüyorum. Gördüğüm manzara karşısında kendi halime şükrediyor, kendi acımı unutuyorum. Yaralı bir asker demek uygun olur mu bilmiyorum. Çünkü vücudunun yarısı savaş alanında kalmış, cepheden gelememiş ve iç organları olduğu gibi ortada. Param parça bir beden. Bakmaya gözüm, anlatmaya dilim, yazmaya parmaklarım yetmiyor.

Başımı diğer tarafa çevirdiğimde gördüğüm manzara çok farklı değil. Bir anne kendi yarasının farkında değilmiş gibi yavrusu ile ilgileniyor. Diğer tarafta kafasında ki bandajın açılmasını önlemeye çalışan orta yaşlı bir asker.

Vagonun köşesine doğru gözüm kayıyor. İnanamıyorum. Saatlerdir belki de günlerdir burada olduğumuzu gösteren bir görüntü. İnsan pisliği yığını. Küçük bir tepecik olacak kadar çok. Kokusunu şimdi almaya başlıyorum sanki görmeden önce kokmuyormuş gibi.  Belki de koku vardı ama yaşanılan şok onu bastırmıştı.

İnsan cesetlerinin olduğu köşeyi gördüğümde ise artık buna dayanacak gücümün kalmadığını anlıyorum. Sanki değersiz birer çuval gibi üst üste yığılmış bedenler. Hepsi yarım, hepsinin bir parçası savaşı bitirememiş cephede kalmış, hepsinin birer parçası bedenlerinden önce cennete uçmuş. Geri kalanı ise burada tam karşımda duruyor.

Vagondaki herkes bu cesetler burada yokmuş gibi davranıyor. Kimse dönüp bakmıyor. Kimse farkında değil gibi. Neden acaba diye düşünürken bir sürü seçenek hücum ediyor beynimden içeriye.  Seçeneklerin en korkuncunu seçiyor beynim “ bizde bir süre sonra o köşeye atılacağız”. Bakmayalım ve sürekli bunu hatırlamayalım diye kimse cesaret edemiyor o tarafa dönmeye. Bir kişi bir küçük kız çocuğu hariç.

Küçük kız ceset yığının yanına oturmuş ve bir erkek cesedinin elinden tutmuş sıkı sıkı. Sanki bıraksa kaçıp gidecek cennete doğru. Sanki onun kalkmasını bekliyor. Kalkacak ve onu bu cehennemden kurtaracak süper kahraman gibi. Her kız çocuğu için babası bir süper kahramandır diye duymuştum. Bu kız çocuğu da babasının kalkacağına inanmış gibi elinden tutmuş ve bırakmak istemiyor.

Omzuma dokunan bir el ile irkiliyorum. Tam bir İstanbul hanımefendisi bir teyze; “evladım burası son durak” diyor. Şaşkın bir şekilde etrafıma bakınırken teyze ;” gerçekle rüya arasında kalmış gibisin” diyor. Sanki O’da benimle aynı şeyleri yaşamış gibi. Evet hangisi gerçek, hangisi rüya ?

Zhuang Zi’nın dediği gibi ;” ben rüyasında kelebek olduğunu gören bir insan mıyım, yoksa şu anda insan olarak sürdüğüm  bu hayat sadece bir kelebeğin rüyasından mı ibaret ?”…

Volkan ÖZTÜRK

selyus