Veli DALBUDAK

Selam Olsun

HİÇ ÖLMEYECEKMİŞ GİBİYDİ

Bir taraftan “Batsın bu dünya”, “Dertler benim olsun”, “Kaderimin oyunu” diyerek kaset dolduran babalar halk konserleriyle meydanları doldururken, diğer taraftan aynı meydanları dolduran siyasetçilere dönemin jargonuyla “Kurtar bizi baba” diye seslenmekten başka çare bulamıyorlardı.

Çok değil birkaç yıl öncesine kadar dimdik ayaktaydı.

Hatta hayatı boyunca mücadele ettiği CHP’nin kulağına seçim taktikleri fısıldıyordu.

Sağ görünümlü sol parti fikrinin babasıydı.

Sadece o mu ?

O Türkiye’nin de babasıydı.

“Kurtar bizi baba” çığırmalarının muhatabıydı.

Arabesk yıllardı…

Orhan Baba, Müslüm Baba, Ferdi Baba…

İsyan şarkılarıyla inliyordu ortalık…

Bir taraftan “Batsın bu dünya”, “Dertler benim olsun”, “Kaderimin oyunu” diyerek kaset dolduran babalar halk konserleriyle meydanları doldururken, diğer taraftan aynı meydanları dolduran siyasetçilere dönemin jargonuyla “Kurtar bizi baba” diye seslenmekten başka çare bulamıyorlardı.

Halk inim inim inliyordu.

Enflasyon yüksek, maaşlar düşüktü.

Tüp kuyruğu, margarin kuyruğu, şeker kuyruğu, benzin, mazot kuyruğu almış başını gidiyor, elektrikler ise sık sık kesiliyordu.

Telefon sadece zenginlerin iletişim aracıydı. Bir otomobille bir telefon takas ediliyordu.

Halk sağcı, solcu, milliyetçi ve milli görüşçü diye kamplara ayrılmıştı.

Kurtarılmış bölgeler vardı.

Bir mahallenin siyasi kimliğini duvarlara yazılan yazılardan anlardınız.

Memurlar işçiler cepheleşmişti.

Ülkede güven, istikrar, huzur tatile çıkmış, yerine terör, kaos ve ölüm işbaşı yapmıştı.

Tüm bunlara çare bulması beklenen ülkenin en önemli siyasi aktörleri Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş ise birbirleriyle didişmekten, kavgayı körüklemekten, kişisel egolarını tatmin etmekten öteye birşey yapamıyorlardı.

Ve bas bas bağırarak ben geliyorum diyen o Allah’ın belası askeri darbeyi başımıza getirdiler.

Hiç kimse kızmasın, onlar tüm egolarını bırakarak biraraya gelip siyaseten çözüm getirseydiler darbe illeti başımıza musallat olabilir miydi?

Bir milleti alıp askerin kucağına atanlar hiç utanmadılar.

Tam 7 yıl sonra bazı şeyler normalleşmeye başlamışken, siyasi yasakların kaldırılmasını sağladılar.

Kurtarıcı olarak tekrar sahneye çıktılar.

Çok geçmedi 2 yıl içinde önemli siyasi başarılar elde ettiler.

Ve 70’li yılları tersyüz edip 90’lı yıllarda tekrar başımıza geçirdiler.

Yasaklarının kalkmasından tam 10 yıl sonra 28 Şubat 1997’de yine bir askeri rampaya yanaşıp silahların gölgesine, tankların paletlerine emanet ettiler milleti.

Bazıları bugün en büyük devlet adamı, en başarılı siyasetçi, en mazlum darbe mağduru, en iyi mühendis, en genç DSİ Genel Müdürü, milletin bağrından yetişmiş “Çoban Sülü” olarak altın yaldızlı sayfalara neonlarla yazacaklar Morrison Süleyman’ı.

Ama bir hiç uğruna hayatını kaybeden gencecik filizler, huzura hasret kalarak ömürlerinin son demini güvensizlik içinde geçirenler, bir zamanlar “Benim işçim, benim memurum, benim köylüm, benim dulum, benim yetimim, benim esnafım” denile denile kanı emilenler, askeri darbe dönemlerinde mağdur olup sürüm sürüm sürünenler haklarını helal etmeyecekler.

selyus