Veli DALBUDAK

Selam Olsun

KİTAPLAR GÖMÜLÜ KALDI

KİTAPLAR GÖMÜLÜ KALDI Bir darbe indi başımıza. Bir gece yarısı aniden, postal yağmuru başladı. Bizi birbirimize düşürenler, taze fidanların kırılması

KİTAPLAR GÖMÜLÜ KALDI

Bir darbe indi başımıza. Bir gece yarısı aniden, postal yağmuru başladı. Bizi birbirimize düşürenler, taze fidanların kırılmasına müsaade edenler, sararmış sonbahar yapraklarının düştüğü eylül günlerinde, bizi ayırmaya geldiler. Ama aynı araçlara bindirip, aynı kışlalara götürüp, aynı
işkencelerden geçirip, aynı mahpushanelere tıktılar. Bol yıldızlı omuzlar, omuzlarımızda yükseliyordu.
Televizyonda, bildiri arası marşlar çalıyordu. Devriye gezen silahları saymazsak, sokaklar bomboştu.

Bir darbe indi toprağa. Annemin narin ellerinde sallanan kazma, bir çukur açıyordu, bahçenin tam ortasına. Biriken toprağı kenara atma görevi benimdi, sapı boyumdan büyük kürekle. Aramızda kalsın, bir mezar kazıyorduk aslında, toplu katliam için. Annem, bir an önce kurtulmak istiyordu, bu belalı topluluktan. Pek hazzetmiyordu onlardan, diri, diri gömmeyi teklif etti bana. Ama benim gönlüm razı olmadı. Kıyamadım, sevdiklerim vardı, sevmediklerim vardı. Ölmelerini istemiyordum, bir süreliğine ortalıkta görünmesinler yeterdi bana. Hatta, bu işten, en ufak bir hasar görmeleri dahi işime gelmezdi. Çünkü onlar babamın sakıncalı sevgilileriydi. Babamın oğlu olarak, duruma müdahil olmalıydım, annemin de tepkisini çekmeden bir çözüm bulmalıydım.

“Anneciğim, biz bunları gömüyoruz, sen haklısın. Bunları askerler bulursa, arkadaşlarını götürdükleri gibi, babamı da götürürler. Biliyorum, sen O’nu çok seviyorsun. O giderse, sen yaşayamazsın. Ama babam da bu kitapları çok seviyor. Onlar zarar görürse, bize kızar. En iyisi bunları bir çuvalın içine koyup öyle gömelim”

“Doğru söylüyorsun, benim akıllı oğlum. Ben gidip sağlam bir gübre çuvalı bulayım, sen kazmaya devam et”

Kitapları, gübre çuvalına özenle yerleştirdik. Çuvalın bir ucundan annem, bir ucundan ben tutarak
mezara koyduk. Endişenin gölgelediği bastırılmış hüzünle birlikte, üzerine toprak attık. Çocuk aklımla, Fatiha okuyup okumadığımı hatırlamıyorum ama, kazılmış toprak belli olmasın diye, bahçede, akşama kadar uğraştığımızı çok iyi hatırlıyorum.

Darbe üstüne darbe iniyordu şehre hergün. Gözaltılar, tutuklamalar, hapishaneler, işkenceler.
Lanet bir karabulut dolaşıyordu üstümüzde. Eş, dost, tanıdık, komşu, akraba, piyangonun kime
çıkacağı belli olmuyordu. Herkes tedirgindi. Şahsi düşmanlıklar, asılsız ispiyonlara sebep oluyordu.
Ama asılsız da olsa, öküz altında buzağı arandığı için, bir şeyler bulabilirlerdi. Gözaltına alındığınızda, işinizi kaybediyordunuz. Hukuken suçsuz bulunsanız bile, damgayı yediğiniz için, geriye dönüşünüz ancak mucizelere bağlıydı. Babam da devlet memuru olduğu için, annem korkuyordu. Hatta, içeri alınacağına iman etmişti neredeyse.

Neyse ki, babam sevilen adammış. İhbar eden olmadı. İşkenceden nevri dönmüş hiçbir arkadaşı da ismini telaffuz etmedi. Rabbim onu korudu.

Bir darbe yedim ki, en zayıf yerimden. Bir gece yarısıydı. İhtilal günlerinin acısı, soğuk kasım
yağmurlarıyla katlanıyordu. Annem rahatsızlandı. Hastaneye kaldırdık. Beyin kanaması geçirmişti. Zor ve gergin günler, onun narin vücudunu yıpratmıştı. Üç ay direndi, sonra pes etti.

Allah, babamı bize bağışlamıştı. Ama karşılığında annemi aldı.

Kitaplar, orada gömülü kaldı.
Veli DALBUDAK

selyus